15 Ekim 2021 Cuma

Kayıp

Kaybın kayıp olduğu ne zaman, nasıl anlaşılır?

Sıcaklığından mı soğukluğundan mı yoksa ağırlığından mı ya da hafifliğinden mi anlaşılır?

En son ihtimal bıraktığınız yerde bulamadığınız zaman anlarsınız sanırım.

Misal geçen yağmur yağmıştı ve ben şemsiyemi çantamda bulamadığımda anladım şemsiyemi kaybettiğimi..

Oysa en son oraya bıraktım diye hatırlıyordum ama maalesef bulamadım.

bu arada yağmur da epey bir şiddetli yağmaya başladı ve benim acilen bir şemsiye almam gerekti doğal olarak.

tabii kullan at olarak kullanılan şeyleri sevemediğim için 10 tl ye satılan şemsiyelerden uzak durdum ve iyi bir şemsiye bulabilmek için etrafıma bakındım. O sırada iyi bir şemsiye bulmanın pek de kolay olmadığını anladım.

Düşünüyor insan o anda, şemsiyenin rengi dokusu nasıl olmalı, şemsiyeyi tuttuğunda tutamağı tam olarak elini kavramalı, kayıp gitmemeli, kolay taşınabilmeli. En önemlisi de fırtınaya tutulduğunda gelen bir rüzgarda ters dönmemeli, seni yarı yolda bırakmamalı.

Tabi ben bunları düşünene kadar yağmur dindi ve ben sırılsıklam olduğumla kaldım. Sonuç olarak şemsiyenin yokluğundan biraz burun akıntısı biraz da kırıklık kaldı. 

Sanırım geçer bir kaç güne..

Yer ile yeksan, ıslak saçlı, kem gözlü
Kavim göçlerinden bu yana ağlayan
Ve durmadan
Cep kanyağı yakıcılığında ezgiler
Çalan, çaldıran, yakalatan
Adı bende gizli bir kadındı İstanbul
Şehre bir yağmur yağdı
Ben ağladım
Sevilirken ayrılmak mı kaldı Bizanstan
Yalan dolan yoktu gözlerde sadece ses
Verilen sözler birdi edilen yeminler sıfır
Eşyalar alındı fotoğraflar söküldü yerlerinden
Bir aşkın izlerini yok edecek be başka aşk
Sipariş edildi yeniden
Bir şehre yağmur yağdı
Ben ağladım
Kim daha çok yalan söndürdü çay bardaklarında
Hangisi talandı demli öpücüklerin
Ve buğularda yitirilen kimin adıydı
Bir aşktan diğerine kaç saate gidiliyordu
Soyulur muydu kabuğu hayatın
Yoksa bütün vitamini kabuğunda mıydı
Yağmur şehre bir yağdı
Ben ağladım
Ben giderken ençok seni götürdüm
Aklımın nakliyesiydi asıl yoran taşıyıcıları
Yardan düşmüştüm yaralarım yardan armağandı
Kutsal kitabımdı ziyan edilmiş sevgililer atlası
Ben sevmeyi beceremedim belki de sevilmeyi
Benim sevmeye engel evcil acılarım lazm
Ben yağmur ağladım bir şehre yağdı
Ben şehre ağladım bir yağmur yağdı
Ben bir ağladım şehre yağmur yağdı
Ben
Yağmur
Ağladım



20 Mart 2020 Cuma

all we need

ilginç zamanlardan geçiyoruz.
zaman zaman kendimi insanlardan soyutlayıp duvarlar arasında kilitlediğim durumlar olmuştu. Şimdi bir çok kişiyi bu durumda görmek biraz bana gülünç geliyor. Ne de olsa ben bu duruma antrenmanlıyım ama diğerlerinin acemilikleri biraz hoş. Yanlarına yaklaşıp ufak tavsiyeler veresim geliyor ama diyorum ki her zaman en güzeli yaşayarak öğrenmek.
Yazılarımın temelini fotoğraflar oluşturacaktı öyle de oluyor. Bir fotoğrafı çektiğinizde onu yalnızca dijital olarak fotoğraf makinanızın hafıza kartına kaydetmiyorsunuz onunla birlikte o an yaşadığınız anı ve hissettiğiniz duyguları da kişisel belleğinize kaydediyorsunuz.
bu karantina günlerinin benim için en güzel yanı geçmiş fotoğrafları açıp tekrar gözden geçirme imkanım  olması. Başka şeyler de yapabilirdim belki ama benim için güzeli bu sanki.
London'da çektiğim fotoğraflara bakarken arka planda 2000 lerin başında çok dinlediğim şarkılardan biri çalıyordu. Müziği dinlerken hissettiğim duygu ile fotoğrafa bakarken hissettiğim duygunun ton olarak aynı olduğunu hissettim bir an ve duygu karmaşasında buldum kendimi ve fark ettim ki insan yaşadığını her an dönüp bakmak üzere belleğine kaydediyor ve açıp bakmak için sadece doğru zamanın gelmesini bekliyor.
Bu durumlarda en zor olan şeyin insan olmak olduğunu anlıyorum. Sevgili Aziz Nesin'in kendini anlamak ve insanım diyebilmek için seçtiği soyadı geliyor aklıma.
Nesin sen?
İnsanım diyebilmek en güzeli ama olmak en zor sanırım.
İnsan ne muallak bir konu..
Çok sevdiğim bir türkü vardı sözde ben bir insan olmaya geldim diyordu. Söz kelimesi içinde özü barındırır ama söz çoğu zaman yalan için söylenir. Özünden sapmış sözde, insan ne kadar insan olabilir ki?
Tıpkı insanlık gibi Turgut Uyar'a ait olduğu muallak olan palyaço şiirinde şair der ki;
bir palyaço neden yalan söylesin ki
ben palyaço olsaydım söylemezdim
marangoz olsaydım da söylemezdim
ben insan olsaydım yalan söylemezdim!
hem nereden çıkardınız palyaçonun yalnızlığını
kaç kilo çeker ki bir palyaço
hem neden yüzüme vuruyorsunuz
bir çirkin ördek yavrusu olduğumu
gocunmam ki ben, ben gocunmam
bir palyaço ne kara gocunmazsa
o kadar, o kadar gocunmam işte
rakı doldurun! eksilmesin
iii.
bitmedi, yazacağım daha
yazmazsam ağlayacağım çünkü
alçakça olacak biraz
hem biz o zaman kimdik ki, nerelere giderdik
her sokakta biraz daha eksilirdik
bilirdim, geceleri puslu puslu olurdu bazen
bazen birisi fısıldarmış gibi olurdu
”duyamadım”, derdim, “tekrar et!”
sessizliğe bürünürdü o vakit her şey
sokaklar daha bir puslu
palyaçolar daha bir ağlamaklı olurdu
ve ben daha bir alçak olurdum
ağlardım biraz
hem sen kimsin, çekiştirme diyorum
hatta kuyruğuma basma diyorum
acıyor, tırmalarım,-
diyorum
kahrol, kahrol!
diyorum
iv.
geçen gün yüzüme rastladım bir ilan panosunda
korktum birden, kusacak gibi oldum
”olur öyle” dedi palyaço,
”herkes alçaktır biraz”
”otur ulan!” dedim, bağırdım ona
ben bazen bağırırım biraz
”rakı doldur!” dedim, “eksilmesin!”
ben bazen eksilirim biraz
aslında hepimiz eksilirmişiz biraz
bunu sonradan öğrendim
ben aslında her şeyi sonradan öğrendim
herkes herkesi sonradan öğrenirmiş
bunu da sonradan öğrendim
örneğin;
geçen gün bir kadınla seviştim
biraz değil çok seviştim
ya işte öyle palyaço
diyorum ki,
bunu da yeni öğrendim
sevişmek de eksilmekmiş biraz
v.
kim sevmezdi ki kuş ötüşlerini filan
”ben sevmezdim” dedim, “yalan”
dedi
bunu palyaço söyledi
palyaço söyledi, ben yazdım
yazmasam, alçak olacaktım
hem ben roman da yazdım biraz
bazen diyorum ki, palyaço,
sen olmasan ben ne yaparım
alçakça eksilirim belki biraz
her yağmur yağışında yerindi dibine girerim
hiçbir kadının kasıklarını öpemem belki
ya da unuturum sonradan öğrendiklerimi
biraz biraz anlıyorum ki,
yüzler eller, o terli vücutlar filan
her şey plastikmiş biraz
vi.
haydi sirtaki yapalım palyaço
rakı doldur, yine eksildik biraz ”

neyse efendim. çok da eksilmemek dileğiyle..


17 Nisan 2017 Pazartesi

Kendimi Ararken..



Sorular sormak için geldim şu Dünya'ya diyen şairle aynı gün doğumlu olmanın verdiği 
sebepsiz övünç ile yazıyorum bugün. Ne de olsa iyiyi sahiplenmek güzel ve kolay olan, ben de bu vesile ile bir şairi ya da sevdiğim sözünü sahiplenmiş olayım.

İyi güzel de insanlar neden soru sorar ki?
Yanlış anlamayın benim sorularım kendime. Dolayısıyla cevapları da kendi bulduklarımdan olacak biraz.
İnsan en çok gerçeği bulmak ya da öğrenmek için soru sorar sanırım. Peki gerçek nedir sorusuna cevap verecek kadar bilgi birikimim yok henüz kusura bakmayın. İnsan gerçeği yüz yıllardır aramış ve hala da arıyor. Bunun nedeni kendini bulma merakı mıdır o zaman. Ancak insanın kendini bulduğu yer gerçeğe en yakın olduğu noktadır diyebiliriz belki de. 
Daha öncelerde insanın yola / yolculuğa çıkmasının amacı kendini bulmak isteği olduğunu yazmışımdır. Belki buraya değil ama bi yerlere yazdığımı hatırlıyorum en azından. 

Peki insan kendini bulmak için neden yola çıkar?
Cevabı çok basit, kendini benzerlerinden ayrıştırmak için. Bir nesneyi tanımlamak için de öyle yapmaz mıyız. Onu benzerlerinden ayırır ayrı bir köşeye koyarız ve böylece daha kolay tanımlarız özelliklerini. Benzemeye çalıştıklarımızdan, bize benzemeye çalışanlardan ya da birlikte vakit geçirip farkında olmadan birbirimize benzediklerimizden uzaklaşınca daha iyi fark ederiz kendimizi. 
Bizler yolculuğa çıktığımızda örneğin farklı bir şehre gitmiş isek aynı dili konuştuğumuz insanlar ile aramızdaki farkları fark ederiz hemen. Bunu kendimizden değil karşımızdaki insandan anlarız. Farklı bir ülkeye gitmiş isek benzer bedenleri paylaştığımız insanlar ile farklılıklarımızı tanımlarız öncelikle. Farklı bir iklime gitmiş isek vücudumuzun iklim karşısındaki reaksiyonları ile tanımlarız güçlü ve zayıf noktalarımızı. Örneğin doğada bir yere gitmiş isek insanlığımızı tanımlarız diğer canlılara göre. Böyle böyle buluruz kendimizi.

Peki ya kendimizi neden bulmalıyız?
Kendimizi bulamaz isek eksik kalırız çünkü. Kendi olmayan insanlar mutlaka başka bir şeye bağlanma ihtiyacı hisseder. Bu başka bir insan olur; çocuğu olur, eşi olur arkadaşı olur, başka bir canlı olur; kedisi olur köpeği olur, başka bir nesne olur; futbol kulübü olur, siyasi parti olur.

Peki ya kendimizi bulursak ne olur?
Feridun Düzağaç bir şarkısında kendimi arıyorken olmaktan korktuğum yerdeyim, sendeyim demişti.
Buradan baktığımızda kendini bulmak en kısa ve yalın hali ile insanın aşk hali sanırım.
Yani bugün sorduğumuz tüm sorularımızda, gerçeğin ve yolculukların ötesinde insan kendini aşk için bulmak ister.

Peki O zaman Feridun Düzağaç neden kendini bulmaktan korkuyor ki?
Yukarıda gördüğünüz fotoğrafı Richmond Parkta çekmiştim. Birlikte büyüdüğüm ya da örnek aldığım tüm benzerim insanlardan uzakta idim. Fotoğrafı çekmeden hemen önce yağmur yağmıştı ve ben yağmurda, doğanın ortasında ve kendimle baş başa idim. Yağmurdan sonra tüm heybeti ile fotoğrafta gördüğünüz geyik çıka geldi ve Gök kuşağına doğru sefere çıktı. Sonrasında Bu fotoğrafın bir benzerini farklı bir sosyal mecrada paylaştığımda bir arkadaşım Cenneti mi buldun diye sormuştu. Ben de cevap olarak hayır kendimi buldum yazmıştım.
Ben o gün sahiden de kendimi bulmuştum. 
Feridun Düzağaç'ın korkusunun nedenini biraz olsun anladım fakt ben onu anlatacak güce sahip değilim malesef ancak Turgut Uyar Geyikli Gece şiirinde çok güzel anlatmış.

halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta 
herşey naylondandı o kadar 
ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı 
ama geyikli geceyi bulmadan önce 
hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk. 

geyikli geceyi hep bilmelisiniz 
yeşil ve yabani uzak ormanlarda 
güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan 
hepimizi vakitten kurtaracak 

bir yandan toprağı sürdük 
bir yandan kaybolduk 
gladyatörlerden ve dişlilerden 
ve büyük şehirlerden 
gizleyerek yahut dövüşerek 
geyikli geceyi kurtardık 

evet kimsesizdik ama umudumuz vardı 
üç ev görsek bir şehir sanıyorduk 
üç güvercin görsek meksika geliyordu aklımıza 
caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları 
kadınların kocalarını aramasını seviyorduk 
sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz 
bilir bilmez geyikli gece yüzünden 

'geyikli gecenin arkası ağaç 
ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü 
çatal boynuzlarında soğuk ay ışığı' 
ister istemez aşkları hatırlatır 
eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş 
şimdi de var biliyorum 
bir seviniyorum düşündükçe bilseniz 
dağlarda geyikli gecelerin en güzeli... 

hiçbir şey umurumda değil diyorum 
aşktan ve umuttan başka 
bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı 
belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor. 

biliyorum gemiler götüremez 
neonlar teoriler ışıtamaz yanını yöresini 
örneğin manastırda oturur içerdik iki kişi 
ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek 
öpüşlerimiz gitgide ısınırdı 
koltuk altlarımız gitgide tatlı gelirdi 
geyikli gecenin karanlığında.. 

aldatıldığımız önemli değildi yoksa 
herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak 
gümüş semaverleri ve eski şeyleri 
salt yadsımak için sevmiyorduk 
kötüydük de ondan mı diyeceksiniz 
ne iyiydik ne kötüydük 
durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa 
başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı... 

ama ne varsa geyikli gecede idi 
bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan 
bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda 
kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında 
büyük otellerin önünde garipsiyorduk 
çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte 
hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız 
örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk 
yahut bir adam bıçaklasak 
yahut sokaklara tükürsek 
ama en iyisi çeker giderdik 
gider geyikli gecede uyurduk 

'geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede 
imdat ateşleri gibi ürkek telaşlı 
sultan hançerleri gibi ay ışığında 
bir yanında üstüste üstüste kayalar 
öbür yanında ben 
ama siz zavallısınız ben de zavallıyım 
domino taşları ve soğuk ikindiler 
çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık 
gölgemiz tortop ayak ucumuzda 
sevinsek de sonunu biliyoruz 
borçları kefilleri bonoları unutuyorum 
ikramiyeler bensiz çekiliyor dünyada 
daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum 
oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum 
iyice kurulamıyorum saçlarını 
bir bardak şarabı kendim için içiyorum 
'halbuki geyikli gece ormanda 
keskin mavi ve hışırtılı 
geyikli geceye geçiyorum' 

uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.

İyi Yolculuklara..

2 Nisan 2017 Pazar

Tesadüfen..


Fotoğraflar ve tesadüflerin ortak bi noktası vardır. Eylemin gerçekleşmesi için orada olmanız gerekir. Siz orada olmazsanız ne tesadüf olur ne de fotoğraf.
Bir tesadüfün fotoğrafı ise mükemmel olandır.
Tıpkı yukarıda gördüğünüz sevgili dağ gelinciğinin fotoğrafı gibi. 
O oradaydı ben de onun yanı başında. Ona varabilmek için yaklaşık 3 günlük yoldan gelmiştim. 10 saat yürümüştüm ve bi kaç kez kaybolmuştum. Yola çıkış amacım elbette bu çiçeği görmek değildi ama o yol üzerinde gördüğüm en güzel şeydi. yani onunla karşılaşmamız tamamen tesadüftü.
İkimiz de oradaydık; benim orada olmanın türlü nedenleri vardı, onun orada büyümesinin de.
Benim orada olma nedenim belki kalabalıklardan kaçıştı, belki kendimi bulma merakı. Onun orada olma nedeni de belki coğrafyaydı belki de yalnızlıkları sevmesi.
Karşılaşmamız mükemmel bir tesadüftü.

Bu yazı da benim O na mektubum olsun. 
Tıpkı, Selim Temo' nun Mesut Bir Tesadüfe Son Mektubunda olduğu gibi olsun.

ve nihayet ikimiz
kaçtığımız aşkların toplamıyız,

bu resimden çıkıp gidiyorum. 
seni isteyen yanım ölümsüz yanımdır. 
bulutsuz da yağan nedir? 
şimdi öğreniyorum ki, gözyaşı, 
bu resimden çıkıp gidiyorum,
seni isteyen yanım aşk yanımdır.

ben sancıyla kıvranıyorum geceleri sayrı bir yatakta. 
terli terli seni içiyorum,
çünkü yüzüme bakınca seni görüyorum. 
çünkü yorgunsun.
en gizli yerimize çağırıyoruz acıyı
ve hep yenik düşüyoruz, çağırmakla!

sulara benziyorsun bu yüzden. 
sular ki dinginliğe gelir ancak. 
ısınırsa uçar, soğursa kaskatı kesilir teninden. 
sulara benziyorsun kapılmaya gelmez.
bildik sulara..

sokaktan telsiz sesleri geliyor
iki buluşmadır koluma girmiyorsun 
ve birkaç milyon yıldır tutmadım ellerini 
ve ben sırf bu yüzden kaybedilebilirim.

ihmal edilmeyen telefonlar bekliyorsun, 
dakik ve ilgi dolu. 
anne oluyorsun bütün aşıklarına
ve çocukların oluyorlar bilmeden
ve bu resimde kalmayı bu denli çok isterken, 
çekip gitmeli diyorum.

insanlar çoğalıyor etrafımda, sen yoksun.
ıssızlığımdan anlıyorum. 
çook uzakta oluyorum onlar konuşurken 
derken gece başlıyor 
çayları ödüyorlar ve bir parçamı alıyorlar karşılığında.

ve sen haftanın deniz ertesi günleri geliyorsun
her aşk; yaşayamadıklarımızın özetidir, diyorum. 
gülüyorsun.

seni daha önce öpmüş olmalıyım. yoksa nasıl
bulurum yüzünde gülen ağzının yerini.

sokakta ölümsüz bir yanından yaralıyorlar birini.
iki buluşmadır koluma girmiyorsun 
ve birkaç milyon yıldır tutmadın ellerimi...

İyi Yolculuklara..

19 Ocak 2017 Perşembe

Gökyüzü..



Duvarlar neden hayatımızda var?
Utanmadan adını Gökdelen koyduğumuz çirkin binalar var, beton yığınları var. İçlerine girebilmek için harcadığımız milyonlar var ömrümüz var ve birde görünmez duvarlar var.
İnsan korunma ihtiyacından dolayı keşfetmiş duvarları. Ne bilsin duvarların özgürlüklerini alacaklarını.
Ben aslında duvarları da severim ama dışından. Duvarlar olmasa sokaklar da olmazdı ayrıca.
Sokaklar ki kılcal damarları içinde özgürlüğün dolaştığı.

Ama duvarlara inat hep bir gökyüzü var. Ne kadar duvar yapılırsa yapılsın, o hep orada olacak. Belki elimizi uzattığımızda yıldızlara dokunamayacağız ama her derin nefes alışımızda gökyüzü bir şekilde ciğerlerimize dolacak.

İnsanoğlu hep bi 5. element arayışında. Bu 5. element özgürlüğün kendisi aslında. Özgürlük ateş gibi; yakar kavurur, su gibi; önüne gelen engelleri sel olur uçurur, toprak gibi; seni var eder, seni diğerlerinden farklı kılar ve hava gibi; yokluğunda yaşanmaz.
Peki özgürlük nerede, ne kadar özgür olmayı isteriz ya da ne kadar özgür olabiliriz ki.

Ben bir hafta olmuştum. Hayal edemediğim kadar. Bu fotoğrafım da o zaman ki kısıtlı özgürlüğümün ürünüdür ki, şimdi ona teşekkür zamanı.
Hayatımda yaptığım en güzel yolculuklardan birini yapmıştım. Sevgili can dostum İbrahim ile Karadeniz turumuzda Çadır duraklarımızdan biri idi Borçka Karagöl.
Gece yarısı yıldız pozlama yapmayı çok istemiştim ancak havada o kadar sis vardı ki omuz omuza olduğumuz İbrahim ile birbirimizi göremiyorduk. Büyülü gibiydi her şey. İbrahim üzülerek senin yıldız pozlama yalan oldu sanırım demişti ancak ardından yarım saat geçmeden gökyüzü bütün sislerinden arındı ve bu sevgili fotoğrafı bize hediye bıraktı. Sonrasında oturduk, sabaha kadar çok şey konuştuk ve yeni kararlar aldık.

O gün ile bugün arasında çok şey değişti. O zaman ki taşıdığım sorumlulukların bir çoğunu bıraktım şimdi. Şu anda farklı bi ülkedeyim, yeni ufuklar tanıyor, yeni yerler keşfediyor ve yeni fotoğraflar çekiyorum. Ama biliyorum ki bütün bunların hepsi o gece aldığım kararların ürünü.
Ve ben hala ne zaman daralsam biliyorum ki Gökyüzü hep orada var. Çünkü çok sevdiğim büyüğümün bana sözü var..

Delikanlım
İyi bak yıldızlara,
Onları belki bir daha göremezsin.
Belki bir daha
Yıldızların ışığında
Kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin..
Delikanlım !
Senin kafanın içi
Yıldızlı karanlıklar
Kadar
Güzel, korkunç, kudretli ve iyidir.
Yıldızlar ve senin kafan
Kâinatın en mükemmel şeyidir.
Delikanlım !
Sen ki, ya bir köşe başında
Kan sızarak kaşından
Gebereceksin,
Ya da bir darağacında can vereceksin.
İyi bak yıldızlara
Onları göremezsin belki bir daha…
Delikanlım !
Belki beni anladın,
Belki anlamadın.
Kesiyorum sözümü.
Sevmek mükemmel iş delikanlım.
Sev bakalım…
Mademki kafanda ışıklı bir gece var,
Benden izin sana,
Sev sevebildiğin kadar.”


7 Ocak 2017 Cumartesi

İz..


Fotoğraf makinasında deklanşöre basıldığı zaman objektif açılır ve belirlenen enstantane süresi tamamlandığında objektif kapanır. Bu süre içerisinde ışık, mercek aracılığı ile tüm görüntüler üst üste bindirilerek hafıza kartlarımıza kaydedilir. Merceğin önünden geçen bütün nesneler fotoğrafta bir iz bırakır. Enstantane süresine bağlı olarak sabit nesneleri ya da yavaş hareket eden nesneleri net görürken hızlı hareket eden nesnelerin yalnızca izlerini görebiliriz.

Tıpkı hayatımızdaki gibi.
Hayatımızdan geçen her insanın anılarımızda iz bırakması gibi. Kimileri çok hızlı geçer, varlıkları bile belli olmaz. Kimileri hızlı ama öfkeli geçer, kendileri görünmez ama bıraktıkları izler kalır. Kimileri de hep oradadır; odak noktanızdır, nettir. Kimileri ise odak noktanızdan uzakta kalır, fludur.
Buradan her fotoğrafın mikro bir hayat olduğunu varsayabiliriz.
Ustalar fotoğrafı güzel yapan 3 etmen olduğunu söyler;
Bunlardan birincisi fotoğrafın yerleşimidir. Fotoğrafın sunumu için çok önemlidir.
İkinci etmen ışık, enstantane ve odak değerleridir. Fotoğrafın fazla aydınlık ya da karanlık olması, gereksiz flu veya net olması görüntüyü olumsuz etkiler.
3. etken ise fotoğrafın hikayesidir. Bu hikaye, objektife kaydettiğiniz ışığın hikayesidir. Işığın hikayesi ne kadar etkili ise fotoğraf da o kadar etkili olur.
Her fotoğrafın bir hikayesi olmalı mıdır diye soracak olursak bu kişiden kişiye değişecektir. Çünkü fotoğraf biraz da iç dünyanıza yolculuktur.
Işığın anlattığı hikayenin iç dünyanızda yeri yoksa fotoğrafın da sizin için pek bir önemi olmaz. Yani fotoğrafın hikayesi de kişiden kişiye değişkenlik gösterir.
Yukarıda görülen fotoğrafı çektiğim gün benim için çok özeldi. Uzunca bir zaman hayal ettikten sonra London'da olmanın verdiği haz, hayalini gerçekleştirmiş olmanın mutluluğu ve özgürlüğün sınırsız heyecanı vardı ruhumda. Dolayısıyla bu fotoğrafa ne zaman baksam bu duyguları yeniden hissedeceğim.
Ancak Westminster köprüsü üzerinde trafik kazası geçiren birisi bu fotoğrafa baktığında muhtemelen benimle aynı duyguları hissetmeyecektir.
Yani Einstein zamanın göreceliği konusunda haklıdır :)
Ama bence Burak Aksak'da en az Einstein kadar haklıdır.

Öyle ki;

Zaman hiçbir şeyi düzeltmez sadece üzerini örter,
Sakladığın acılar bir gün mutlaka ortaya çıkar,
Herkes zamanı geri alabilmek ister,
Kimi eski günleri tekrar yaşayabilmek için,
Kimi yaptığı yanlışları düzeltebilmek için,
Kimi ise sadece yaşadığını hissedebilmek için ister bunu,
Gelecekten korkanlarsa zamanı durdurmak ister,
Her şey o kadar iyidir ki; bunun bozulmaması için çaba gösterirler,
Ama kimse şu anın değerini bilenler kadar mutlu değildir,
Geçmiş de gelecek de onlarladır,
Bazıları ise zamanın ta kendisi gibidir,
Ve her insan zamanın dünya üzerinde bıraktığı birer yara izidir.
..

İyi Yolculuklar..


2 Ocak 2017 Pazartesi

Tren Garında..


Tren garları, otobüs terminalleri, hava alanları yolculukların bir nevi doğumhaneleri gibi. Ancak insanların en çok çelişkide kaldığı yerler sanki.
İnsanların yarısını sevdiklerinden ayırırken yarısını sevdikleri ile birleştiriyor. İnsanların yarısını zorunlu ayrılığa iterken yarısını özgürlüklerine kavuşturuyor. Kimine sevinç gözyaşları kimine ayrılık gözyaşları biriktiriyor.
Fotoğrafı Haydarpaşa Tren Garı'nda çektim. Kitap fuarı için açılmıştı uzun süredir kapalı olan gar. O sırada trenin içinden adını bilmediğim arkadaşımın bakışı beni çekti. Sanki tren az sonra sonsuzluğa gidecek de bir daha hiç geri gelmeyecek gibi bakmıştı. Oysa tren orada duruyordu ve hiç bir yere gitmeyecekti, bunu ikimiz de biliyorduk. Fotoğraftan sonra bir daha hiç görüşemedik . Adını da öğrenemedim. Bakışı bende saklı kalan arkadaşım adın İdil olsun olur mu? Hani anlamı içinde aşk konusunu işleyen kısa şiir olan isim.

Öyle olsun ki sana Haydar Ergulen'in  İdiller Gazeli şiiri ile seslenebileyim.

gözlerin yağmurdan yeni ayrılmış
gibi çocuk, gibi büyük, gibi sımsıcak

sen bir şehir olmalısın ya da nar
belki Granada, belki eylül, belki kırmızı

gövden ruhunun yaz gecesi mi ne
çok idil, çok deniz, çok rüzgâr

çocukluğun tutmuş da yine âşık olmuşsun
sanki bana, sanki ah, sanki olur a

aşk bile dolduramaz bazı âşıkların yerini
diye övgü, diye sana, diye haziran

heves uykudaysa ruh çıplak gezer
gazel bundan, keder bundan, sır bundan

gözlerin şehirden yeni ayrılmış
gibi dolu, gibi ürkek, gibi konuşkan

hadi git,
yeni şehirler yık kalbimize bu aşktan..

İyi Yolculuklara..